August 5, 2007

hiçbir şeyin kalmaz.


elim hırkamın cebinde, yürüyoruz. harika adımlarımız var. tayfunun saçları taranmamış. hırkamın cebinde bir şey var diyorum. emin misin diyor. evet diyorum hemen şurda, elime geliyor. yürüyoruz.
gördüğümüz ilk ağaca sırtımızı dayıyoruz. yerdeyiz. güvertedeyken gözümü güneş almıştı belki de bu yüzdendir diyor. ikimiz de cebimden çıkardığım şeye bakıyoruz. sırtım ağrıyor belki de bundan, istersen sende kalsın diyorum. onun hırkasında cep yok. ikimiz de hırkasına bakıyoruz. hırkalarımızı değiştiriyoruz. bari diyorum biraz uzanalım. elleri karnının üzerinde, sağ cebinde bir tümsek. bekliyorum biraz geçsin.
uyanır uyanmaz ayağa kalkıyor, geç bile kaldım diyor. sırtındaki çöpleri topluyorum bir iki hamleyle. hadi diyorum. önümüzdeki hafif meyilli yol üzerinde aşağı doğru yürümeye başlıyor, ellerini ceplerine sokuyor. ne de olsa diyor, kafasını bana çeviriyor, değişen bir şey yok.

ağacın altında biraz daha uzanıyorum, beklediğim yok artık. hırkanın kolunu burnuma götürüyorum, hiçbir koku duymuyorum.

July 14, 2007

az kaldık


tayfunun ellerinin resmini yaptım. bir kalem ve sulu boyayla. zor olmadı. şeftali ağacına yapıştırdım sonra resmi. kolay oldu. bu eller benimkilere benziyor dedi dışarı çıkıyorken. şapkasını bahçe duvarının üzerine bıraktı.
neredeyse bitiyor dedi ben duyamadım. içeriden cepli hırkamı getirip ona yetiştim. esiyor dedim. yürüdük.
tayfun bana baktı. ben ayaklarıma bakarken. neyse ki bitiyor dedi.
çok şükür dedim. adımlarımı sevdim.

July 10, 2007

kulp


pencereye arkamı dönüyorum. perde camın arkasında. tayfun bardağı elime tutuşturuyor. yüzüstü bahçeye uzanıyor.kafası bana dönük, gözleri açık. bazen inanamıyorum diyor. ben de diyorum. ama sonra geçiyor diyorum. kafasını öbür yana çeviriyor.

mutfaktan çıkmadan önce bir bardak kırdım diyor, en büyüklerinden bir tane. yerinden doğrulmaya çalışarak, inanamadım bir an diyor. üzerinde kuş olanı mı diyorum. tayfun yanımda şimdi, oturuyor. o sarı şey kuş muydu diyor. hayır diyorum bir ayıydı.
kafamı öne eğiyorum. inanamıyorum.

July 2, 2007

ne olur


duruyorsun. parmakların sandalyenin kenarında. hiç bir şey beklediğin yok. olup olacağı bu diyorsun açık açık. sandalye diyorsun.
genelde şarkı mırıldanıyorsun. özellikle şu şapkalı adamın şarkılarını söylemeye bayılıyorsun. onun müziği diyorsun, derenin akışını izlerken yavaş yavaş ağlamaya benziyor. dediğin şeyi aptalca bulup küçük bir kahkaha atıyorsun.
bir şeftali seni kendine getirmeye yetiyor. kalan tek şeftaliyi hemen şimdi yemek yerine akşam için saklıyorsun onu ve gününe anlam katıyorsun. akşam bir anda oluveriyor böylece.
kendini tutamadığın oluyor. konuşmanın ortasında kalkıp merdivenleri çıkabiliyorsun. suyu bardağa doldurayım derken tüm odaya saçabiliyorsun. oturduğun yerde ceketinin iç cebinden çıkardığın deftere bir ağaç çizip içini istediğin renge boyayabiliyorsun.
hiç bir renk senin istediğin gibi olmuyor ve ben sana imreniyorum.
bir öğle vakti tezgahta tatlı tatlı duran şeftaliden büyük bir ısırık alıyorum.
suları yere akıyor.

June 23, 2007

üzerimizi örtün

sabaha karşı kapı çaldığında ben uyuyordum, tayfun da odasındaydı. kapıyı ben açtım. teska gelmiş. ah dedi birlikte biraz otursak ne güzel olurdu. onu arka bahçeye aldım. tayfun birazdan aşağı iner dedim. indi de. yanında battaniyesini de getirmiş. yere serdik. üzerine oturduk. çay da vardı onu içtik. yeni açılan yolu gördünüz mü dedi bize. ben görmüştüm tayfunun haberi yoktu. o yolun çalışmalarına ben de katıldım dedi. hiç bir şeyin onu bu kadar sevindirdiği olmamış. belli olmuyor işte, diyor ağzına giren saçlarını çıkarıyorken, bir bakıyorsunuz ki taşların arasındasınız bazen de dizlerinize kadar suyun içinde.

tayfun kalkıp içeri geçiyor. ben de birazdan peşinden gidiyorum sırf öyle istiyorum diye. merdivenleri bir çırpıda çıkıyor. üst katın sofasındaki pencerenin önünde durup arka bahçeyi seyrediyor. teskayı saçlarını biraraya getirmeye çalışırken görüyoruz. bir şey mi oldu diyorum. tayfun bana bakmıyor. odasının kapısına doğru yürürken "durup dururken her şeyin bitivereceğini hatırladım" diye sesleniyor koridorun sonundan "ne yapayım" diyor "bir an yerimde duramadım". yüzü gülüyor.

June 13, 2007

- - - - -- --- -- -- -- ----


büyük odanın çıplak duvarlarından birine "kaç gündür uyuyamıyorum?" yazmış tayfun. bahçeden gelen sesleri takip ettim ben de ve tayfunu bahçedeki sandalyenin üzerine "güneş parlı..." yazarken buldum bir yandan sözlerini anlayamadığım bir şarkı söylüyordu tüm gücüyle. üzerimdeki elbiseyi gösterdim. şarkısına hiç ara vermeden gülümsedi. tayfun böyle işte: üzerinize tam olan bir elbise diker size ve yine de şarkısına ara vermez. sandalyenin üzerindeki işini tamamlayıp içeri girdi. merdivenleri çıktığını duydum. şarkısı üst kattan hala duyuluyordu.

koşa koşa uyudum.

June 2, 2007

saçların yanar


ayak parmaklarımın arasındaki kurumuş kumları temizlerken neden bir madende çalışmaktan son anda vazgeçtiğim geldi aklıma. değişik bir şeyler hissedeceğim kesindi madende, ama ömrümü görsellikle geçiriyordum ben. bunu sen söylemiştin. zamanımı geçirirken bazen zevk aldığım oluyorsa eğer, o da sırf göğü, suyu ve diğerlerini görebilmemden kaynaklanıyormuş. güneş batarken, odanın duvarına ve birazcık da yüzüme düşen kırmızı ışık olmasa hastalanırmışım.
ben madene gitmek üzereydim ve senin yüzünü neredeyse göremiyordum çünkü kendimi alıştırmam gerekiyordu madene ve lambalar sönüktü. uzun bir süredir güneş battıktan sonra lambaları yakmıyorduk. karşımda oturmuştun ayaklarını altına aldın ve ilk kez maden işçiliğinin bana göre olmadığını söyledin. renksizlik beni bitirirmiş. bunları söylerken parmaklarının arasında kalmış çorap pamuklarını çıkarmaya başlamıştın bir yandan.
konuşman sona erince yavaşça koltuğumdan kalkıp odadaki iki lambayı da yaktım. nasıl olsa birazdan merdivenleri çıkardın ve saçların peşinden gelirdi.
henüz dönmek için çok erken.
bir poşet dolusu balık.

May 23, 2007

eline ne oldu

dur


sabaha karşı dışarı çıktığımda tayfunu bahçede ıslık çalarken buldum. evin duvarına sırtını yaslamıştı. beni görünce ıslık çalmayı bir süre kesti. ne zaman biter dedi. fazla sürmeyecek dedim zaten birazdan ortalık ısınır. hırkamın altında kalan saçlarımı dışarı çıkarıp bahçeden çıktım. her an bitebilirdi artık. birazdan ıslık çalmayı da kesecekti tayfun. elimdeki poşete gelince, içinde henüz bir şey yoktu ve artık bitmek üzereydi. arkamdan koşarak tayfunun gelmesini beklemiyordum ama gelse ne iyi olurdu. gelmesine de gerek yoktu seslense bile yeterdi onu duyabilirdim ne de olsa daha sabah olmamıştı. ayaklarım daha ıslaktı. hepimiz dursak diye geçirdi tayfun içinden ve ıslık çalmayı bıraktı. ben elimdeki poşedi bıraktım rüzgar bahçeye doğru uçurdu onu .tayfun ayaklarının ucundaki poşeti aldı ve arkamdan koştu elimden tutup beni eve geri götürdü. üzerimi örtmeden önce poşeti başıma sardı. kahvaltı hazır olunca bana sesleneceğini söyledi. henüz her şey için çok erkendi.

May 12, 2007

yaşa



son bir kaç gün içinde yüzümün olağanüstü bir şekilde değiştiğini gözlemledim. derimin rengi bir ton açıldı ve kollarım uzadı. bunun bir tür yeniliğin habercisi olduğunu söylemek için çok mu erken? saçlarım da dökülürse beni gerçekten bir şeylerin beklediğine inanmaya başlayacağım. bugün yanıma tatlı mı tatlı bir adam oturdu ben evde yokken. geldi ve denizin ilgi alanıma girdiğini şıp diye anladı. yanıma oturmasıyla denize olan ilgimi yüzüme vurması bir oldu. şöyle dedi: birini mi arıyorsunuz siz yoksa kollarınız mı uzun? rengim soluk dedim hepsi bu belki başka bir gün. adamın yanından kalkıp pastaneye doğru tempolu bir şekilde yürümeye başladım. pastanecinin uzun zaman önce bir sevdiğini kaybetmiş olabileceği geldi aklıma.

May 10, 2007

üzerimizdeki bu ışık ışık ışık ışık

aynadan gelişini gördüm


evde yalnız kaldığımda ilk işim elimizdeki en büyük bardaklardan birine su doldurmak ve bardaktaki su elverdiğince hoplayıp zıplayarak bodruma inmek olur. bodrumun serin rutubetli havasını içime çeker soğuk zeminine boylu boyunca uzanırım. birkaç dakikada bir, sanki hastaymışım da zorluk çekiyormuşum gibi dirseklerimden destek alarak yavaş yavaş doğrulur ve suyumdan nimetlenirim. suyum bittiğinde ayağa kalkıp bodrum duvarlarını süsleyen resimlerden birine bakakalırım. resimlerin çoğu bir şey anlatmaz. birinde ellerini yıkayan bir çocuk vardır, diğerinde ayağı sargılı bir keçi. derin düşüncelere daldığımı söyleyemem hayatta yapmayacağım şeylerden biridir bir resme bakıp derin düşüncelere dalmak. bende bazı değişikliklere sebep olabilir ama sadece o kadar. oturup da keçisinin ayağındaki derin yarayı diktikten sonra büyük bir huzur duygusuyla ellerini yıkayan bir çocuk hayal etmem. Bu delilik olur. belki arka plandaki geniş yeşil platolarda olmayı isteyebilirim. fazla ileri gidemem.


seyirim bittikten sonra merdivenleri çıkmak ve aradığım şeyi hiçbir yerde bulamayacağımı anlamak.

May 4, 2007

pistol



şu ağaçları görüyor musunuz? onları düz geçin ve karşınıza çıkan ilk esintiyi takip ederek yaprakları peşinize takın. karşınıza bir ev çıktı. bahçesini çiğneyip, verandasına geldiğinizde arkanıza dönerek katettiğiniz yolu gözlerinizle görün. evin kapısı olmadığının çoktandır farkındasınız, belki arka tarafta olduğunu umuyorsunuz ama boşuna. evin kapısı yok. tekrar geldiğiniz yöne bakmaya ne dersiniz? ne hoş bir manzara. kapısı yok ama bir merdiveni var bu evin sizin basamaklarını çıkamayacağınız. merdivenlerin karşısında da bir kapısı. kapı bir odaya açılıyor ve siz bunu bilemezsiniz. kapı açıldığında karşınıza çıkan oda pek şaşırtmayacaktı belki de sizi bunu bilemeyiz. bildiğimiz şey odanın içindeki koltukta bir adamın oturduğu ve sandviç yemekte olduğudur. ne sandviç yemesi ne de ayağının altındaki siyah obje sizi beklemesine engeldir. arkanızdaki hoş manzara böylesine bir durumda işinize yarayabilir mi. bunu ancak o bilebilir.

May 2, 2007

juan sen misin?


bugün bizi tekrar ziyarete gelen teskanın kendini bir başka isimle tanıtması her ne kadar benim bayıldığım bir hareket olduysa da tayfunun pek hoşuna gitmedi.tabii ki artık adı kunna olan teska ya hissettirmedi bunu. onun yerine biraz gölün kenarına gelsene benle cümlesine gülümseyerek cevap verdi. gerçekleşen bu durum tayfunun yani bizim bir özetimizdi aslında. hep beraber ömrümüzü kimseye bir şey çaktırmadan geçirmenin yollarını arıyoruz. başarılı olduğumuzu söyleyebilirim öyle olmadığımızı bilerek ve kimse bir şeyden şüphelenmez. kesinlikle başarılı olduğumuzu düşünüyorum.


tayfunun göl gezintisinden, kaptanın aptal mı aptal yolculuğundan dönmesini bekliyorum. kapının çalınmasıyla koşarak kapıyı açıp hızımı alamadan evden çıkıp uzaklara koşmak istiyorum. nefesim bitene kadar, durmadan. belki biri yetişmeye çalışıyordur diyerek arada bir arkama bakmadan. akşamüstüymüş mesela kapı çalındığında hep akşamüstü kalsın. zil çalınca kapıyı açıp koşan bir kadın göreyim daha akşam olmadan. tayfun koşup giden kadının arkasından bakıp "bazen koşmak gibisi yoktur" desin.

April 29, 2007

fide




tayfun kaptanın geri geleceğinden emin gibi bir şey. benim emin olduğum şeylerin toplam sayısı üçü geçmiyor, kaptanla ilgili hiç bir bilgi bu toplama dahil değil. tayfun yeni geliştireceği bir dille kaptana sürpriz yapacakmış benim de dahil olmamı istedi. o geldiğinde aramızda onun anlamadığı bir dille konuşmak yeterince iyi bir ceza olacakmış kaptana. haklı olabilir.
dil uydurmanın benim için amma zor bir iş olduğunu söyledim ona, ya onca zahmete rağmen kaptan gelmezse dedim. gelip yanıma oturdu, merdivenleri silmeyi bırakıp. anlatacağı şeyin önemini tahmin edebilirsiniz böyle durumlarda. meşhur tiradlarından birini çekmek üzereydi, en sevdiğim kısmıydı bu tayfunun.
onu dinleyip dinlemediğimi kontrol eder gibi bana şöyle bir baktıktan sonra önüne bakarak konuşmasına başladı.


"bir dağı ziyerete gitmiştim bir keresinde. her şey bildiğin gibiydi. meyve vardı. su vardı. ama meyveye meyve demeye dilim varmıyordu su zaten başka bir şeydi. ben bir iş yaptığımı zannedip sevdim ikisini. kendime zaten bayılıyordum. her şey alabildiğine tatlıyken dağ sularını içine çekti meyvelerini kuruttu. beklemeyi bir iş sanmanın sonuna geldim ben de. boyuna tekrarlayan soruların sevapları benimdi artık. biliyorsun meyve derken sadece meyveyi kastediyorum, dağ derken sadece dağı. ben derken biz demek istemiyorum asla..."

konuşmasını bitirdiğinde merdivenler pırıp pırıldı, ben bir çörek yiyordum, o bir bardak su içmeliydi. yeni dilimiz üzerindeki ilk çalışmalarımız her an başlayabilirdi artık. artık ben de emindim, kaptan geri dönecekti. hem de zar zor taşıdığı çiçek fideleriyle birlikte, bahçeye dikmek üzere getirdiği.

April 19, 2007

mırıltı



dün tayfunun arkadaşlarından biriyle tanışma şerefine eriştim. arkadaşı, kapı kapı dolaşıp "uzaklara gitmeden önce yapmanız gerekenler" başlıklı bir yazı dağıtıyormuş ona buna. ama kesinlikle manifesto değillermiş, "iddialı konuşmalar yapanları hor görenler" adlı bir topluluğa katılmış şu sıralarda. bizim kapıyı çalınca tayfun açmış ben de yürümeye çıkmıştım, döndüğümde büyük odada oturmuş pencereden dışarıyı seyrederek sohbet eden iki yabancıyla karşılaştım, tayfunu yanında biri varken tanıyamadım. uzun zamandan beri ilk kez biriyle tanıştırıldım, adı teska'ymış; "toprağın içindeki kök parçacıkları anlamında" diye ekliyor ve hemen elindeki kağıtlardan birini bana uzatıyor. elbisesinin rengi gri mi mavi mi anlayamıyorum. kaptan olsaydı uzun uzun tartışabilirdik elbisenin rengini. mavi ama belli açılardan baktığında griye çalıyor derdi kaptan ben sadece gri olduğunu söylerdim öyle olduğuna inanmadan. kağıda şöyle bir göz atmalıyım yoksa kabalık olur. hem merak da ediyorum. başlıktan sonra liste halinde sıralanan yapmamız gerekenleri görünce tayfun için seviniyorum, belki hep arkadaş kalırlar. liste şöyle başlıyor; bir derede çamaşır yıka, derede yıkanan birine aşık ol, aşığınla birlikte derede yüz, birine derede yüzmeyi tavsiye et...
"dere derken başka, yüzmek derken başka bir şeyi kastetmiyorsun değil mi" diyorum ona çekinerek. "asla" diyor "üzerine derede cup cup yapacağımı söyleseniz bile dolaylı yoldan hiç bir şey söylemem ben". iddialı konuştuğunun farkına vardığında kafasını başka yana çeviriyor pişman olmuş. gülümsememek elimde değil, teska'yı sevdim çünkü. ve bu bir tesadüf değil, çünkü tesadüf yoktur.


işte tam şu anda tıpkı kaptanınki gibi bir bunaltı kaplıyor içimi, tüm kelimeler garip gelmeye, ağzımdan çıkan sesler anlamsızlaşmaya başlıyor, birinin sözlerini tekrarlıyorum sanki, ilk kez gördüğüm biri, elleri yok mesela.. üstü çıplak. bir derede sırtüstü uzanmış. kıyıda duran bana bakıyor yan yan ve mırıldanıyor.

April 16, 2007

beni gördün.


kaptan bir iki günlüğüne edindiği arkadaşlarıyla meşhurdur. bir süreliğine dışarı çıkıp, yanında ömrümüzde ilk kez gördüğümüz adamlar, kadınlar ve çocuklarla birlikte geri döner. onları çatıya çıkarıp dün keşfettiği bir yıldızın yerini göstermek, yeni geliştirdiği ve kazaklarda çok hoş duran bir örgü methodunu uygulamalı olarak anlatmak, iç organlarının vıcık vıcık yapılarının aklına her gelişinde kafasından neler geçtiğini uzun bir söylev halinde onlara sunmak kaptanın içini bir hoş eder.
kaptan ve onun kendini sevmesi, izlemeye değer bir gösteridir bizim için. hele bazı zamanlarda gösterilerini bilerek, isteyerek durdurması ve karşısındakine söz hakkı vererek ondan bir fıkra anlatmasını istemesi, hayranlık uyandırıcıdır. çoğu zaman yoğun ilgiden rahatsız olan karşı taraf aklına hiç fıkra gelmediğini ama eğer kaptan çok istiyorsa atalarından kalma bir destanı okumanın onun için hiç de sorun olmadığını belirtir. kaptan onu nazikçe reddeder, canı sadece fıkra istiyordur. nezaketi öylesine ölçülüdür ki destanı reddetmesi umrunuzda bile olmaz.




kaptan hakkında yazı yazmak ölesiye aptalca.



onun rüzgardan yaşarmış gözlerini görür gibi olmak, ellerinin çatlayışına tanık olmak isterdim. ne yazık.

April 9, 2007

dekter


dektere türlü türlü şeyler yazılı. şöyle yazdığım olmuş: acile gittik ordan yemeklerimizi yiyip yola koyulduk.. bir kabileden de bahsetmişim durup durup yola koyulan. şurda dinlenebiliriz, çadırları kurun demiş de olabilirim. eşikte kalmakla ilgili sayfalar dolusu yazılarım da olabilir. ama bu kadarıyla kalmıyor, tutup günümüzün sorunlarını falan da anlatıyorum şurda öyle olmuş burda böyle olmuş yolda yürüyen adamın üstüne kurulu bir çadır düşmüş bir an şaşırır gibi olmuş ama sonra hemen oracıkta yaşamaya başlamış, hazırlık yapmadan "ben evden temiz çamaşırla yastığımı alıp geliyorum" demeden... böyle ilginç haberler yazılı. bunları unutmuş muydunuz? tarzında her seferinde sonu bunlarıunutmuşmuydunuzla biten aptalca mı aptalca cümleler de yazıyor, dekterde. ama bazı şeyler yazıyor ki ne zaman yazdığımı hiç hatırlamıyorum. benim tek bildiğim bu yazılarla ilgili, onları benim yazmamış olmam. yazı bana ait değil, benimkine de benzemiyor şekli. bişeyler demiş mesela şu anlamadığım bir yaşamaktan bahsediyor.şöyle yaptım böyle yaptım diyor hayatımda yapmadığım şeyler. son beş yılını yollarda geçirdiğini ima etmiş bir yerde. diyor ki çünkü "beş yıl önce, daha yola çıkmazdan önce". sonra saçma sapan dolaylı anlatımlar.. asla yapmayacağım türden. üzerine beni öpecek olsanız bile bişey derken başka bişey demek istemem ben. isterseniz havalara fırlatın beni, mümkün değildir. peki aya götürecek olsak bile mi diyenler çıkabilir. onlar beni iyi tanıdıklarını düşünenlerdir.

April 7, 2007

hububat


elimizde olmayan sepetlerle sizleri pikniğe davet ediyoruz
papağanlarınızı getirin sevgimizle boğalım
kumarbazlar ve içkiciler için alemlerarası yazarlık kursları

tayfunun listelere olan düşkünlüğünü unutmamanı istiyorum. onun yaşamak konusundaki becerisini. listelerinin biri böyle başlıyordu aklımda kaldığı kadarıyla. listenin başlığıysa şöyle: bugünkü gazeteden ilgimi çeken ilanlar. üstünden ne kadar uzun süre geçerse geçsin defterini açıp okuduğunda, "bugünkü" yazarken hangi günü kastettiğini hemen anlayacağına hiç kuşkum yok.

tayfundan bahsederek başlamak istedim yazmaya çünkü tayfun hepimize iyi gelir bunu biliyorum.

unutmamanı istediğim başka bir şey de bütün o "bana hiç bir şey iyi gelmiyor artık" zırvalarını midemin kaldıramadığı. kabalaştığımı düşünme. başka türlü ifade edemezdim.

şu öngörü lafına nasıl gıcık olduğumu bildiğini sanıyordum. sanırım bir daha sana yazmayacağım. bir şeylere içerlediğim için falan da değil. öylesine yazmayacağım sana, içimden geldiği gibi.

tayfunun bizimle yaşamaya ilk başladığında bize söylediği bir sözünü de unutmayabilirsin pekala.tam tamına şöyle demişti: belki bulaşık yıkayamam ama yaşanması gereken ne varsa yaşarım. bununla tavlamıştı bizi, unutmuş olamazsın. bulaşıkları da hepimizden iyi yıkıyor olduğunu sonradan anlamıştık.


geri gelmeden önce haber ver. evde olalım.
kolu yırtılmış elbisenin,
içinden görünen dirsek.

April 6, 2007

kıvamlı şarkı



göğe ve denize,
içinde kızlar dolaşan.


bir kaç gün önce, kendimle ilgili korkunç bir öngörüde bulundum, ayrıntılarını kimseye açmayacağım. gerçekten iç karartan bir öngörü çünkü. öyle etkiledi ki beni bilmeni istedim. kimse demişken, pek kimsecikler yok olduğum yerde. senden ricam aklına ben geldiğimde yanımda başkaları da gelmesin.
yazdıklarını okuduğumda oldukça büyük bir yanılgınla karşılaştım. şaşırdığımı söyleyeceğim çünkü hiç böyle düşündüğünü bilmiyordum. şu düzmece olup olmama konusunda. her birimizin belki de gerçek olduğumuzu yazmışsın. ah gerçekten çok şaşırdım. asıl düzmece olanın ben tayfun ve sen olduğunu düşünmeni dilerdim. gerçekten yapardım bunu. ama şu an yapamayacağım. birden korkunç bir sıkıntı kapladı içimi. çabucak bitiriyorum. dileğin gerçek oldu; ellerim kurudu, kuruyacak.
asıl yolculuk keyfi olmayandır demişti biri. onu seviyorum.
artık hiç bir şey iyi gelmiyor bana. geri gelmem sana iyi gelecekse söyle.

April 4, 2007

burayı öptüm


...


gittiğim yerlere, oraya buraya saçlarımı bırakıyorum, kaldırımın kenarına, çimlerin arasına. özellikle yapmıyorum tabii. kendiliğinden dökülüyorlar. sonra kıvamlı bir şarkı eşliğinde uzaklara gidiyorum. yol şarkıları var yol kitapları falan var, yolculuk bazılarının hayat tarzları mı olmuş neymiş. hepsi düzmece. motorlu adamlar falan var. onlar da düzmece. bir benim gerçek, belki bir de tayfun belki bir de siz bayım. o kadarız. hepimizin kafasında saç var. düzmece saç falan değil.kıvamlı şarkılar da değil. yol falan hiç değil. saçlarım gidiyorlar. beyazlı adamlar saçlarımı incelesinler mesela. oraya bırakıyorum buraya bırakıyorum bir anlamı olmalı. araştırsınlar. belki bişeyler anlatmaya çalışıyorum. anlasınlar. şu anda nerdeyim ne yapıyorum kayıtlarını tutsunlar. mutlaka bir anlamı olmalı. bu neşeli müzik sesi nereden geliyor izini sürsünler. belki hakkında bir rapor hazırlasınlar falan ne bileyim gereken neyse yapsınlar.

çok sevdiğin fotoğraf albümünü bulduk. sana olan hıncımızı çıkaracak bir şeye ihtiyacımız vardı, şimdi yok.

tayfun bahçede yeni bir ateş yakmakla meşgul. ben de çorba pişiriyorum. seni hatırlamıyoruz. tayfunun yeni uydurduğu neşeli şarkı bize eşlik ediyor tüm gün.

sana yazmak çok komik. geri geleceksen söyle.


March 31, 2007

gömü


"bu bir tuzak olabilir mi? bilmiyorum ama bir an önce buradan çıkmalıyız." kaptan yüksek sesle gazetenin devamı yarınlı çizgi roman bölümünü okuyorken ben bahçeye yeni bir çukur açmakla meşgulüm. periyodik aralıklarla bahçeyi kısım kısım kazarak tayfunun yıllar önce kendi deyimiyle buraya bir yere gömdüğü fotoğraf albümümüzü bulmaya çalışıyorum. albümü bulmak için yanıp tutuştuğum falan yok, sadece içinde kaptan ın gelmiş geçmiş en güzel fotoğrafını barındıran albümün kaybolmasıyla birlikte kendisinin tayfuna karşı başlattığı asık surat eyleminin artık bir son bulmasını istiyorum. kaptan bir daha öyle bir fotoğrafının çekilemeyeceğini söylüyor. o ışığın, o anın tekrarlanması imkansızmış; ayakkabılarının rengi, saçının alnında bıraktığı gölgesi kusursuz gibi bir şeymiş. tayfununsa daha geçerli bir sebebi varmış albümü gömmek için, kaptandan gizli gizli okuduğu mistik sanatlarla ilgili bir kitapta, çok sevdiğiniz birinin çok sevdiği bir eşyasını toprağa gömmenin o kişinin ruhunun mertebesini en üst seviyeye yükseltmek için yeterli olduğu yazılıymış. ben tayfunun olağanüstü seviyedeki yorum becerisiyle kitapta yazılanları kendince yorumladığına inanıyorum.
albümü bulmak pek umrumda olmadığı gibi kaptan la tayfun arasında olanlar da beni hiç ilgilendirmiyor. tek ilgilendiğim, bahçenin kendisi, çukurların kapatıldıktan sonraki halleri ve kaptanın okuduğu çizgi romanın bir tuzakla son bulup bulmayacağı.
ben bunları düşünürken, gazetesini apar topar katlayan kaptan, ayakkabılarını bir yana fırlattı ve öyle bir fotoğrafın çekilmesinin ne kadar güç olduğuna içten içe inanmadığımızı suratlarımıza haykırdı. artık eskisi gibi gür değildi saçları.

March 24, 2007

koşma çocuk





fıskiyelerin ortasında dolandım durdum tüm gün. bir kaç çocuk geldi onlarla konuştum. birisinin bağcıklarını bağladım. çocuğun, bağcıklarını bağlayacağım ayağını bana doğru uzatıp bir elini omuzuma koyması beni nerdeyse ağlatacaktı.
toplam 17 tane fıskiye var. bazıları sarı bazıları mavi renkte. ben sarılarını sevdim, bağcıkları çözülen çocuk maviyi sevmiş en çok. henüz renklerin isimlerini bilmiyor parmağıyla gösterdi. zaten ben sormasam fıskiyelerin farkına varacağı falan yoktu. daha fıskiye nedir bilmiyor. parmağımla gösterdim.
fıskiyelerin 17sinin birden çalışmıyor olması, hiç eve dönmek istemiyor olmam, üzerinde düşünülmeye değmeyecek şeyler. bağcık bağlayabiliyor olmanın verdiği pişmanlık duygusu mesela düşünülmeye değer bir konu. ama şu anda hiç bir şey düşünebilecek halde değilim, kafam hala fıskiyelerde. şimdi bakıyorum da, çocuk haklı olabilir. evet muhtemelen haklı, sarı olanlar mavilerin yanında solda sıfır..

March 23, 2007

yolculuk


bazen tayfunla yürüyüşe çıkıyoruz. dün de çıktık, yanındakiyle aynı anda adım atmak kadar sevimli bulduğu başka bir şey olmadığını söylüyor bana. hele bir de ayakkabılarınız gıcırdıyorsa -benimki gıcırdıyor- sonsuza kadar sizinle yürüyebilirmiş. tayfun epey bana benziyor.
kimileri abarttığını düşünecektir. düşünsünler.
kafasında rengi güneşten solmuş bir şapka var, rüzgar uçurmasın diye, şapkasını bir iple kafasına bağlamış. akşam sinemaya gidelim mi diyor. hazır, kaptan evde çorba yapmayı öğrenmekle ve mızmızlanmakla meşgulken diyor. aslında ikimiz de sinemayı sevmeyiz tüm o mavi ışık içimizi bunaltır.
sinema gerçekten de içimizi bunalttı, çıktık biz de. sokakta gösteriler yapıp eğlenen bir gruba katıldı tayfun. eve yalnız döndüm. çorba pişmek üzereymiş. bahçede oturup çorbalarımızı içerken kaptan kendini pek iyi hissetmediğini bir yolculuk planladığını söyledi bana. bunu yeni boyanmış botlarını gördüğümde anlamıştım. şaşırmış gibi yapamadım. ağzımdan ses çıkarabileceğimi sanmıyordum, konuşmayı denemedim. nasıl olsa onun anlayamayacağı şeylerdi söyleyeceklerim.
ben de kendimi iyi hissetmiyordum ama çorba güzeldi, bahçe vardı ve tayfun bana benziyordu.

March 21, 2007

alt tarafı oyun


yılda 3-4 kez tayfun kaptan ve ben kendi aramızda bir oyun başlatırız. öyle "bir metafor olarak oyun" u falan kastetmiyorum. kendi basit anlamıyla, bildiğimiz oyundan bahsediyorum.
işe bilgiden ne kadar hoşlanmadığımızı birbirimize anlatmakla başlıyoruz. herkes sırayla söz alıp, deve tabanının yetiştirilme tekniklerini bildiği, kamera denen şeyin varlığından haberdar olduğu için ne kadar üzülse az olduğunu anlatıyor diğerlerimize. hiçbirimiz anlatıcının yaşadığı duygusal anların gerçekliğine inanmadığımız için, hepimiz yüzümüzde komik ifadelerle onu süzüyoruz. bıraksanız kahkahalarla güleceğiz. kim kendini tutamayıp gülerse, -genelde bu ben oluyorum- diğerlerinin kararlaştıdığı bir cezaya tabi tutuluyor. mesela, küçük bir yolculuğa mahkum edilebiliyorsunuz. gidip göl kenarında yaşayan köpekleri ziyaret etmek, bu küçük yaramazlara yıllık aşılarını yapmak, kollarınızda bir kaç diş iziyle evin yolunu tutmak, yolculuk dahilinde.

neyseki evde bir teselli armağanı sizi bekliyor oluyor. sözgelimi bir tişört gibi, üzerinde "bilime inanmamı beklemeyin" yazan.

March 20, 2007

esquise


tayfun defterine yeşil renkli kadınlar çiziyor. hani şu masalsı savaşçı kadınlardan. savaşa gidiyorlar ama göbekleri falan açık, bacakları güzel. ışıltılı kılıçları var. o kadınlardan işte. buralarda yok öyleleri. şimdi böyle kadınlar çizen birinden markette gördüğü sarışından hoşlanmasını beklemek acımasızlık olur. tayfun yine de umudunu kaybetmemiş olacak ki geçen hafta, pazarda yanımızdan geçen eli bıçaklı bir kadının ardından bakakaldı. kılıcını çok beğenmiş.

March 19, 2007

kekim ne renk

kaptanı elinde bir kitapla gördüğümde fena halde şaşırdım, uzun bir zaman önce, okunması gereken tüm kitapları okumayı tamamladığını sanıyordum. gereksiz kitapları okumak aptalların işiydi hepimiz buna inanıyorduk yine de hepimiz zaman zaman aptallaşabilme konforuna sahip olmak istiyorduk. kaptansa buna şiddetle karşı çıkıyordu yok yere kötü yazılmış bir kitap okuduğunuzu görse yüzünüze günlerce bakmazdı. kendinizi affettirmek için yapabileceğiniz tek şey kaptanın görebileceği bir zamanda kitabı bahçedeki şeftali ağacının altına gömmekti.
gerçekten de şaşırmıştım. bisikletini boyamak için bahçeye çıktığı bir sırada -rengi sarıdan griye dönmüştü artık-kitabı karıştırmaya başladım. üstünde "Tüm Sorularılarınızın Cevabı Bu Kitapta" yazılıydı. ne kadar da ilgi çekici bir isim. kitabı test etmek için yüksek sesle "kekim ne zaman hazır olacak?" sorusunu sordum, kaç dakikası kaldığını biliyordum, özellikle cevabını bildiğim bir soruyu sormanın bana yararı dokunacağını düşündüm. uzun bir arayıştan sonra 152. sayfadaki 783. cevabın "15 dakika önce" olduğunu gördüm. o sırada, tayfunun hızla bahçeye çıktığını gördüm elinde siyah bir kek tutuyordu. ne yapsam bilemedim. etkileyiciydi evet ama bu kadarı hepimiz için fazlaydı. kaptana görünmeden arka kapıdan bahçeye çıktım artık limon vermez olmuş bir limon ağacının altına gömüverdim kitabı. ne kadar mutlu oldum kimseye anlatamam.

March 17, 2007

ölesiye mutlu

kaptan biraz kaba saba bir adam. bu bir yandan iyi sanki. bir yandan iyiyse de öbür yandan kötüdür. küçük olayları sevmiyor o. hafif yokuş aşağı olan bir yolda yürümek, hele yolun sonu denize varıyorsa, beni mutluluktan öldürebilir mesela. bendeki gereksiz coşkular yoktur onda. ve bunu hiç anlayışla karşılayamıyorum. geçen gün ona, bir keresinde böyle bir yoldan inerken içimden ne kadar çok fas'a gitmek geldiğini bilemeyeceğini söyledim. şöyle bir kafasını çevirip baktı. söylemese de saçmaladığımı düşündüğünü hemen anlayabiliyordunuz.
bendeki sorun da bu işte neyim varsa herşeyi anlatıyorum kaptana. anlatmadığım günlerde de o anlayıveriyor. dün akşam içimden süt içmek geldi mesela, hiç kalkacak gibi de değildim tayfuna seslensem beni duyup duymayacağı belli değildi, kaptan zaten emrivakiden nefret ederdi. söylemiyordu ama hemen anlayabiliyordunuz nasıl nefret ettiğini. ben de boşverdim sütü mütü. birazdan süt getirdi bana. böyle de biridir kaptan. ne yapsanız hoştur.

March 16, 2007

smooth


zaman zaman kaptan beni üzdüğünde aklıma hep o gün trende yanımızda oturan sarı saçlı kadın gelir. sarı saçlı olmasından kastım; ayağından gözüne kadar hiç bir yerinde bir pürüz olmaması ve sarı renkli saçlarının olmasıdır. kadın aheste aheste çantasından bir krem tüpü çıkartmıştı, tüpün içinden fışkırttığı kremi bir avucunun içinde toplamış, diğer eliyle çantasını kapatıp, kremi iki eline eşit oranlarda ve bütünüyle yedirmenin zevkini çıkartmıştı uzun süre. kaptanın gözlerini kadının ellerinden alamadığını hatırlıyorum.
tayfun trendeki yolculukla ilgili tek hatırında kalanın kadının olağanüstü güzellikteki elleri olduğunu söylüyor. tayfun'a hayatında hiç trene binmediğini hatırlatmak istemiyorum.
arada bir, ellerine krem sürmeyi bile büyük bir ciddiyetle gerçekleştirebilen biri olmak isterim. ama sonra hemen geçer. 'allahaşkına alt tarafı bir krem işte' derim.

March 15, 2007

mühim değil

dans gösterisi için sadece bir iki günümüz kalmışken benim ne giyeceğim hala belli değil. daha da kötüsü kaptan dans etmeyi bir türlü beceremiyor. hem de öyle böyle değil bayağı beceremiyor . bir yarışma bile değil bu, pek de önemli değil denilebilir. ama kaptan iyi dans eden kahverengi bir ayı olmak konusunda ısrarlı. bunu anlayabiliyorum. onu motive etmeye çalışıyorum ama ben de pek öyle ahım şahım bir dansçı sayılmam. kimse davetli değil ki, hiç bir ehemmiyeti yok denilebilir. ama biz bu gösteriyi nedendir bilinmez pek önemsiyoruz. dün gece uyuyamadık mesela. rüyamda step dansı yapan birini gördüm. öyle hızlıydı ki hareketleri, ayaklarını göremiyordunuz. kaptana gelince o hiç de rüya görebilecek bir tip değildir. o daha çok anasından doğma bir dansçıdır.

March 14, 2007

bavulumuz yok bizim


bugün ikimiz de bavullarımızı toplamadan önce çamaşır makinesinin önünde bir süre bekledik. en çok onu özleyecektik. banyodan çıkarken gözümüz duş başlığına takıldı. birdenbire anlayıverdik. bavulları toplayıp gitmek hiç de öyle sandığınız gibi bize uygun bir iş değildi. herzamanki rutinimize geri döndük biz de. ben bahçeye çıkıyorum dedim. çıktım da. onun merak ettiği bir şey vardı, pencereden seslendi: limonatamın içine nane istermiydim acaba?

March 13, 2007


ikimiz


neden hiç değişmiyorsun dedim bugün kaptana, bana baksana ben hergün başka biriyim yanımda canı sıkılmaz insanın dedim. bana tayfun dışında yanımda bir tek kendisinin olduğunu hatırlattı. sırf bu yüzden üzerine gitmemeliymişim. hele akşamüzeri söylediklerime fazlasıyla bozulmuşmuş. sustum ben de. ona tayfun dışında yanındaki tek insanın ben olduğumu hatırlatmadım bilerek.

at


cup cup

kumar oynamadığım için çok şanslı olduklarını bilenler ve etrafımdakileri affetmemle kafamdan dumanlar çıkmasının bir olduğu zamanlar kadar güzel zamanların birindeyken elime geçen ilk parayla derenin kenarına gittim. uzun uzun nehre baktım. bu nehir kaç metre uzunluğunda biliyor muydu kaptan? kaptanın bilmediği şey yoktu ve ilk başta söylediğim gibi bu bir nehir değil aksine dereydi. anlamadığım bir kaç şey söyleyip uzaklaştı gitti kaptan. elime geçen ilk para elimdeydi. eğer bir film falan olsaydı bu anlattıklarım muhtemelen kaat paraları yavaş yavaş rüzgarla birlikte dereye savururdum. bunun yerine yanımdan geçen ilk delikanlıya dereye girip bir cup cup yapması ve aynı anda kendi kendine şarkı söylemesi karşılığında elimdeki parayı ona vereceğimi söyledim. elime geçen ilk paraydı bu. çocuk eline geçen ilk para kazanma fırsatını değerlendirecek kadar cevvaldi. suya girdi ve cup cup sesleri eşliğinde "ben bu yoldan inerken.." diye başlayan bir şarkı söyledi. çıkınca parayı ona verdim.
neyse ki kumar falan oynamadım.

March 12, 2007

havuzdaydık




tüm gün kaptan ve tayfun'la birlikte havuzdaydım. tayfun kapalı yerde yüzmekten hiç hoşlanmazmış biraz mızmızlandı. ama gidecek yeri yoktu bizimle kaldı. fazla yüzmedi zaten.

kendine bir uğraş edindi. kafeteryaya bakan çocukla arkadaş oldu. bizden çok onunla birlikteydi. tayfun geniş ilgi alanı yelpazesiyle onu kuşattı tahminimce. ama gün iyi geçti. en azından kaptan ve benim için.
kollarımızla yeni hareketler geliştirmeye çalıştık. yüzmek için değil elbette, dans için. geliştiremedik.

kaptan dans gösterisinde kahverengi bir ayı olmak istediğini söylüyor. kostümünün ne olacağını sormaya çekiniyorum o da benimkini sorar diye.
sonra öğrendim ki sarı bir yelek giyecekmiş, içine de bir tişört. kahverengi bir ayı olmakla kostüm seçiminin birbirinden tümüyle ayrı meseleler olduğunu eklemeden edemiyor.

March 11, 2007

Küçük Jack:
- Anne! Anne diye bağırdı. Bu balinayı görmek, onun nasıl bir hayvan olduğunu anlamak isterdim!
Kaptan Hull:
- Bu balinayı görmek mi istiyorsun yavrum? dedi. Neden yakalamayalım dostlarım? Yanımızda yardımcı balıkçılar yok! Bu çok doğru! Fakat biz bu işi yalnız başımıza pekala yapabiliriz.
Tayfalar hep bir ağızdan bağırdılar:
- Evet!... Evet!...
Kaptan Hull ekledi:
- İlk defa zıpkın atacak değilim ve zıpkın atmasını bilip bilmediğimi ve bu işi unutup unutmadığımı göreceksiniz!
Bütün tayfalar:
-Hurra!... Hurra! diye bağırarak cevap verdiler.

March 10, 2007